6-7 Eylül: Tarihin Utanç Sayfası 68. Yılında
Bugün, cumhuriyet tarihinin utanç verici olaylarından biri olarak nitelendirilen, azınlıklara yönelik en büyük şiddet eylemlerinden biri olan 6-7 Eylül olaylarının 68. yıl dönümü.
6 Eylül günü saat 13.00’te devlet radyosunun, Atatürk’ün Selanik’teki konutunda bomba patlatıldığı yönündeki haberinin ardından, İstanbul Ekspresi akşam sayısında ‘Atamızın evi bombadan zarar gördü’ manşetiyle çıktı. Taksim Meydanı’nda toplanan kalabalık, gayrimüslimlerin ev ve işyerlerini yağmaladı ve tahrip etti. Polisin müdahale etmediği kalabalık, konut ve işyerlerinin yanı sıra ibadethane ve mezarlıklara da saldırdı. Dini mekanlar yakıldı, mezarlıklar yağmalandı; Hatta mezarlar bile açılarak içlerindeki kemikler çıkarılıp yakıldı.
Cumhuriyet’ten Umur Yedikardeş’in haberinde dönemin tanıkları 6-7 Eylül’ü şöyle anlatıyor:
Çocuk çığlık atıyordu. “Yazıyor, yazıyor, İstanbul Ekspresi yazıyor, Atatürk’ün konağına bomba atıldı…” Şaşkın gözlerle meydana bakıyordum, kıyamet kalabalığına anlam vermeye çalışıyordum. Kare, iğne atsanız yere düşmeyecek durumdaydı. Anıtın çevresinde Kıbrıs Türk Cemiyeti’nden bir grup, ellerinde Türk bayrakları, Atatürk ve Celal Bayar büstleriyle “Allahsızları öldürün” sloganları atıyordu. Beyoğlu, sonbaharın ılık serinliğinde bir çocuğun narin ağlamasıyla tarihinin en sıcak gününe merhaba diyordu.
Beyoğlu’nda şoförlerin vardiyalarını beklediği sabaha kadar açık olan kafeden sesler geliyordu. Masanın üzerinde duran bir adam, “Sen nasıl bir Türksün? Bütün halk ayağa kalktı, siz hala oturuyorsunuz ve kağıt oynuyorsunuz” sözleri alkışlarla kesilirken, Yervant Gobelyan kafedekilerin ateşli kalabalığa katılmasını uzaktan izledi. Cadde başında küçük kümeler bir araya gelerek “Dükkanların camlarını indirin” sesleri yankılanıyordu. Gerçek caddede yürürken Katanos’un bakkalını ve Vafiadis’in kasapını görünce tanıyamadım. Topraklanmıştı. İnsanlar sırtlarında un ve şeker dolu çuvallarla kırık camların ortasından çıkıyorlardı.
Yorulmuştum…
Kuaför Saviadis, Mobilyacı Nikitas, Kunduracı Nazar… İşte şimdi ne haldeydiler…
İstiklal Caddesi’nde bırakın ilerlemeyi, adım atmak bile imkansızdı. Ağa Camisi önünde yola bakan adam ezan sesiyle irkildi. Camiden çıkanlar kalabalığa katılırken, diğerleri de harap olmuş sokağı ve öfkeli kalabalığı merak dolu gözlerle izlemekle yetindi. Yaklaşan birinin adını fısıldamasıyla kendine gelen Hicri Tan, sessizce polisi işaret ederek, “Saldırganlar ellerindeki kürk mantoları yırtmaya çalışıyorlardı. Polis bıçağını vermedi ama paltoyu kolayca yırtsınlar diye biraz kesti.”
Aya Triada yanıyordu…
Sanki bir anda kırk yaşımdaydım ve adım atmak için bir bastona ihtiyacım vardı. Nefes almak için başımı kaldırdığımda gökyüzünü siyah dumanın kapladığını fark ettim. Burnuma gelen is kokusu nefes almayı zorlaştırırken, önümde bir yığın ikon ve şamdan Tünel’e doğru koşuyordu. Geri döndüm. Meşelik caddesinden çıkan insanlar sokağa karışıyordu. Aya Triada Kilisesi yanıyordu…
Yeşilçam Caddesi üzerinde Galatasaray Lisesi’ne doğru giderken elinde Türk bayraklı genç bir çocuk, hararetli bir şekilde etrafındakilere bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Adam, “Suphi, elimizdeki listeye göre burası bir Rum dükkanı. Çekil yolumdan” derken Suphi, “Listede hata var. Dükkan bir Türk arkadaşıma cevap veriyordu ve Siparen Gömlekçi Istelyo’nun dükkanını koruyordu. Adam ya ikna olmuştu ya da daha fazla vakit kaybetmemek için isminden vazgeçmişti. Kalabalığa dönerek, “Bu sokaktan girdiğinizde ilk ev Rum evidir. “Evde Türkçe değil tabelası var” talimatı verince insanlar ellerinde taş ve sopalarla o yöne doğru koşmaya başladı. Suphi elinde bayrakla kaldı.
Doktor Yorgos Adasoğlu’nu Luvr Apartmanı’nın önündeki kalabalığı meraklı gözlerle izlerken yakaladım. Saldırganlar bir antrenmanı tahrip ederken; tüpler, tansiyon aletleri havada uçuşuyordu. Kötü niyetli bir adam yaklaşıp şöyle dedi: “Burası da bir gayrimüslim dükkanı. Bak doktor. o yazıyor. Adasoğlu, “Gayrimüslim ismi” deyince gülümseyerek uzaklaştı.
‘Türküm’ diyordu
Polislerin Lise’yi geçip korkulu gözlerle Tünele doğru ilerlediklerini gördüm. Uçmuyorlardı. Sovyet Konsolosluğu’nun önü polisle doluydu. Ortasından geçerek Tünel’e ulaştım. Tünel’de kumaşçı Cevat Bey’in bağırışları yankılanıyordu. Dükkanına saldırmaya çalışanlara “Türküm” diye bağırıyordu. Sonunda Cevat Bey dayanamayıp utanarak pantolonunu indirip sünnetli olduğunu gösterdi. Yüzü kırmızıydı. Gözlerini indirdi ve yavaşça uzaklaştı. Pera da sessizdi.
Tarlabaşı’na indiğimde kapıcı Mehmet’i Kalyoncu Caddesi’ndeki Vasiliadisler’in evinin önünde Türk bayrağıyla beklerken buldum. Daire sağlamdı. Mihail Vasiliadis, “Mehmet elinde Türk bayrağı olan kimseyi apartmanın yanına yaklaştırmıyordu. Kalabalığa burada yaşayan Rumların olmadığını söyledi. Ancak “Apartmandakilerin çoğunluğu Rum” deyince ben doğrudan pencereden Mehmet’in karşıdaki konutlara, dükkanlara saldırdığını görüyordum. Başımı çevirdiğimde sokağın köşesindeki fırının camlarının indirilmiş olduğunu fark ettim. Fırının sahibi namlı Arnavut, çaresizlik içerisinde evine doğru gidiyordu. Her akşam fırını kapattıktan sonra kalanları karakolda polise veren iyi kalpli bir adamdı. Arnavut, “Komiser bana ‘Ben bir şey yapamam, bugün polis değilim, Türküm’ dedi” diye bağırarak adımlarla kaçtı.
Yeniden inşa edeceğiz!
Gözlerimin önünde öldürülen, tecavüz edilen, zorla göç ettirilen insanlar; Yakıldı, yıkıldı, yağmalandı kiliseler, konutlar, işyerleri…
Patrik Atenegoras’ın “Yıkıntıdan arta kalan malzemeyle her şeyi yeniden inşa edeceğiz” sözü kulaklarımda…
Tarlabaşı’ndaki harabelerin ortasından, çok uzaklardan, henüz doğmadığım bir tarihten, 60 yıl önceki bir çocuğun sesiyle kendime geliyorum.
“Yazıyor, yazıyor. Tezer Özlü. Burası bizim ülkemiz değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi…”
Kaynak: Cumhuriyet
Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında Dilek Güven’in 6-7 Eylül Kitabı’ndan alıntılar yapılarak gerçek hikayeler yazılıyor.